17 Aralık 2008 Çarşamba

Bizim Olanı Almaya Geldik

Bizim olanı almaya geldik…
Bu öfke günlerinde, bir iktidar ilişkisi, nesneler ve bedenleri hafızayla mühürleyen bir ilişki olarak gösteri, izlenimleri yersiz-yurtsuzlaştıran ve onları imgenin tiranlığından kurtararak duyuların alanına ilerlemelerini sağlayan yayılmış bir karşı-iktidarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Duyular her zaman antagonistik biçimde hissedilir (her zaman bir şeye karşı harekete geçerler) –ama şu anki koşullarda bunun ötesinde keskin ve radikal bir kutuplaşmaya yöneliyorlar.

Burjuva medyasının sözde barış yanlısı karikatürleri karşısında (”şiddet hiçbir zaman, hiçbir yerde kabul edilemez”), attığımız kahkaha en fazla şunu dememizi mümkün kılıyor: onların yasaları, yumuşak huyluların ve onayın, diyalog ve uyumun yasası, iyi hesaplanmış bir canavarlıktan alınan hazdan başka bir şey değildir: vaat edilmiş bir katliam. Evet barışçıl çehresinde demokratik rejim her gün bir Alex öldürmüyor: Tam da binlerce Ahmet, Fatma, Jorjes, Jin Tiaos ve Benajir’i öldürdüğü için. Tam da üçüncü dünyaya, yani küresel proleteryaya, yapısal olarak ve hiçbir pişmanlık duymaksızın sürekli suikast düzenlediği için. Ve yine tam da bu nedenle, bu sessiz gündelik katliam aracılığıyla özgürlük düşüncesi doğuyor. Sözde tüm insanlığa ait bir mal olarak değil, herkes için geçerli bir doğal hak olarak da değil, lanetlenmişlerin savaş çığlığı olarak özgürlük, iç savaşın öncülü olarak özgürlük.

Yasal düzenin tarihi ve burjuva sınıfı, içinde şiddetin ekonomik, duygusal ve kültürel olarak az gelişmişlerden kaynaklanan üzücü bir istisna olarak yer aldığı kademeli ve istikrarlı bir ilerleme portresiyle beynimizi yıkıyor. Ama okul masalarında, ofis ve fabrikalarda ezilen bizler çok iyi biliyoruz ki tarih ölümcül bir yasalar sistemi üstüne inşa edilen canavarlıklar geçidinden başka bir şey değildir. Normalliğin kardinalleri Korköneas domuzunun (katil polis) kurşunuyla ihlal edilen yasa için gözyaşı döküyor. Oysa, yasanın gücünün iktidarın kuvveti olduğunu bilmeyen kim kaldı? Şiddet üstüne şiddet eklemeyi mümkün kılanın bizzat yasanın kendisi olduğunu? Başından acı sonuna kadar, yasanın içi boştur; anlam barındırmaz ve dayatmanın kodlanmış iktidarından başka bir hedefi yoktur.

Aynı anda, solun diyalektiği de, çatışma, mücadele ve savaşı karşıtların birliği mantığıyla kodlamaya çalışıyor. Böylece bir düzen kuruyor: her bir şeyin kendisine ait küçük mekanına yerleştirildiği, pasifize edilmiş bir durum. Ama çatışmanın kaderi sentez değildir –savaşın kaderinin barış olmadığı gibi. Toplumsal isyan binlerce olumsuzlamanın yoğunlaşmasını ve patlamasını kapsar; ama tek bir atomunda dahi, tek bir bileşeninde dahi kendi olumsuzlamasını, kendi ereğini içermez. Bunlar, sözde kesin bir hakikatin ağırlığı ve kasvetiyle aracılık ve normalleştirme kurumlarından geliyor, 16 yaşında seçme hakkı vaat eden, domuzların varlıklarını koruyarak silahsızlandırılmasını vaat eden, refah devleti v.s. vaat eden soldan. Diğer bir deyişle, başkalarının yaraları üstünden siyasi kazanım elde etmek isteyenlerden. Uzlaşma pastasından kan damlıyor.

Toplumsal şiddete karşıtlık, iddia etmediği şeyden sorumlu tutulamaz: o baştan sona yıkıcıdır. Modernliğin savaşımlarının bize öğretecek bir şeyi varsa, bu onların bir özneye (sınıf, parti, grup) kilitlenmeleri değil, onları karakterize eden sistemli anti-diyalektik süreçtir: yıkıcı eylemin yaratıcı boyut içerme zorunluluğu yoktur. Diğer bir deyişle, eski dünyanın yıkımı ve yenisinin yaratılması aralıksız ancak birbirinden ayrı iki süreçten oluşur. Öyleyse mesele, isyanın farklı aşamalarında mevcut olanın yıkımına ilişkin hangi yöntemlerin geliştirilebileceğidir. Hangi yöntemler isyanın sadece o ana kadarki düzey ve kapsamını korumakla kalmayıp onun niteliksel yükselişine katkı sağlayabilir? Karakollara saldırılar, çarpışmalar ve yol kapatmalar, barikatlar ve sokak çatışmaları artık başkent ve ötesinde gündelik ve toplumsal görüngülerdir; ve üretim ve tüketim çemberindeki kontrolü kısmi de olsa kaldırmaya katkı sağladılar. Yine de, düşmana karşı kısmi bir ataktan ibarettirler; doğrudan ve herkese aşikarlar, ancak yine de egemen üretim ilişkilerine saldırının sadece tek bir boyutunda hapsolmuş haldeler. Bu mobilizasyonlar metaların üretim ve dolaşım sürecine, diğer bir deyişle, sermaye-ilişkisine, ancak dolaylı yoldan darbe vurur. Şehrin üstünde bir hortlak dolanıyor: vahşi ve sürekli genel grev.

Kapitalizmin küresel krizi patronları isyana en dinamik, en talepkar tepkilerinden mahrum bıraktı: “Biz size her şeyi sunuyoruz, sonsuza değin, oysa bunların arzettiği tek şey belirsiz bir şimdi”. Birbiri ardından batan şirketleriyle kapitalizm ve onun devleti artık gelecek daha kötü günlerden, sıkılaşmış finansal koşullar, işten atmalar, emekli aylıklarının kaldırılması, sosyal devlet harcamalarında kısıtlamalar ve parasız eğitimin kaldırılmasından başka bir vaadi dillendirecek konumda değiller. Buna karşılık, isyancılar sadece 7 günde, neler yapabileceklerini pratikte ortaya koydular: kenti savaş alanına çevirmek, kentsel dokuda komün bölgeleri yaratmak, bireyliği ve onun zavallı güvenliğini terk edip, kolektif güçlerini yaratmaya ve bu ölüm saçan sistemin tümden yıkımına yönelmek.

Kriz, öfke ve kurumların reddiyle tanımlanan bu tarihsel konjontürde, sistemsel deregülasyonu toplumsal devrime dönüştürebilecek tek şey çalışmanın tümden reddidir. Sokak kavgası Elektrik Şirketi’ndeki grev nedeniyle karanlık sokaklarda gerçekleştiğinde, çatışmalar tonlarca toplanmamış çöp yığını arasında yürütüldüğünde, tramvaylar sokakları kapatıp polisleri engellediğinde, grevdeki öğretmen isyana katılmış öğrencisinin motolofunu yaktığında, işte o zaman diyebileceğiz ki: “Zorbalar, sizin toplumunuzun günleri sayılı, onun bahsettiği neşe ve adaleti ölçtük biçtik ve tamamen yetersiz bulduk.” Bugün, bu, artık sadece bir hayal değil herkesin elinde bulunan bir kudrettir: somuta karşı somut eyleme kudreti. Gökleri değiştirme kudreti.

Eğer tüm bunlar, yani çatışmanın sabotajlar ve vahşi grevlerle üretim-dolaşım alanına yayılması vakitsiz görünüyorsa, bunun nedeni belki de iktidarın ne kadar da çabuk çözüldüğünü, çatışmacı pratiklerin ve karşı-iktidar formunda örgütlenmenin toplumsal yayılma hızını farkedemediğimiz içindir: karakolları taş yağmuruna tutan lise öğrencilerinden, belediye çalışanlarına ve belediye binalarını işgal eden komşulara… Devrim ne ‘tarihsel koşullar’ için dua ederek ne de ‘tarihsel koşullar’ sofuluğuyla yapılır. Devrim, toplumsalın her alanındaki olanakları üstlenerek; polisle ilgili her çekimser kınama edimini düzenin temellerine atılan keskin bir darbeye dönüştürerek olur.

DEFOLUN DOMUZLAR!**

Atina Ekonomi ve İşletme Okulu İşgal İnisiyatifi - 14.12.2008

*1966′da ‘The Motherfuckers’ adıyla kurulan anarşist örgüt. 68′de siyah şair Amiri Baraka’nın bir şiirine referansla ‘Up Against the Wall Motherfuckers’ adini aldı. İki farklı biçimde cevrilebilir: “Duvara Dizilin Piçler, Bizim Olanı Almaya Geldik”, ya da bu sefer örgut üyelerine göndermeyle “Duvara Karşı Piçler: Bizim olanı almaya geldik.”

** ‘Off the Pigs’ Kara Panterler’in sloganlarından biri.

Çev: DünyaSokaktaDeğişecek!
Alinti: www.occupiedlondon.com/blog
http://sokaktabirhayalet.blogspot.com/2008/12/bizim-olan-almaya-geldik.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder